Betül Yurdaün
Albert Camus, varoluşun anlamsızlığı karşısında umudu ve sorumluluğu savunan bir yazardı. Ne tamamen bir filozof, ne de sadece bir romancıydı. O, yaşarken düşünen, düşünürken yazan, yazarken eyleyen bir ruhtu.
1913’te Cezayir’de doğdu. Annesi dilsiz bir kadındı, babası ise Camus daha bebekken savaşta öldü. Yoksullukla, sessizlikle ve güneşin altında geçen bir çocukluk yaşadı. Bu coğrafya, onun tüm metinlerine sinen sıcaklıkla soğukluk arasındaki o gergin atmosferi yaratacaktı. Camus’nün dünyasında her şey açıktı ama anlamlı değildi. Bu yüzden “absürd” dedi o duyguya: Her şeyin var olduğu, ama hiçbir şeyin açıklanmadığı hal.
Ölüm, zaman, yabancılaşma… Bunlar onun temel meseleleriydi. Yabancı’da Meursault bir adamı öldürür ama asıl yargılanan şey, onun “annesinin cenazesinde ağlamamış olması”dır. Camus burada aslında şunu sorar: İnsanlar suçtan çok, normlara uymamayı mı cezalandırır?
Kurtuluş yok ama başkaldırı var.
Camus’nün temel inancı budur. Hayat anlamsız olabilir, ama biz yine de onurlu yaşamalıyız. Çünkü her şeye rağmen insan, bir anlam kurmaya çalıştığı sürece insandır. Sisifos Söyleni tam olarak bunu anlatır: Kayayı sürekli tepeye taşıyan adam, belki de evrenin en büyük kahramanıdır. Çünkü farkında olarak tekrar eder. Boyun eğmeden.
Hayatı boyunca sadece yazar değil, eylemci oldu. Nazizme karşı direndi, adaletsizliklere karşı yazdı. Veba, bir salgını anlatır ama aslında totalitarizmin alegorisidir. Düşüş, insanın ikiyüzlülüğünü, kendi vicdanına ihanetini çıplak bırakır. Camus her zaman açık olana değil, göz ardı edilene odaklandı.
Kendini hiçbir düşünce grubuna ait hissetmedi. Ne tamamen bir varoluşçu, ne de bir solcu entelektüeldi. Sartre’la olan kırgınlığı da bundandı. Camus için insan hayatı felsefeden önce gelirdi.
“Eğer insanların acısını görmezden gelen bir teori varsa, o teori çürümüştür.” diyordu.
Hayatının sonu, neredeyse yazdığı metinler kadar simgesel oldu. 1960’ta, cebinde tamamlanmamış bir elyazmasıyla geçirdiği bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Ölüm haberini alanlar, Yabancı’nın son cümlesini fısıldadı belki de:
“Her şeyin tamam olması için, ölürken kalabalıkların beni bağırarak karşılamasını dilemekten başka bir dileğim yoktu.”
Camus, anlamsızlığın içinden anlamı savunan bir adamdı. Ne inanan biriydi ne de inkârcı. O, yaşamın saçmalığına rağmen yaşamanın onuruna inanan bir yazardı.
Ve belki de bu yüzden, hala o güneşin altında duruyor cümleleri: sessiz, sert ve göz kamaştırıcı.