Bir stil, Bir Bakış Açısı
Yazı: Betül Yurdaün
“Güzel olmak için kalıbın içine girmene gerek yok.”
Audrey Hepburn’e göre, stil sınır tanımaz; o, duruş ve içtenlikle geliyor.
Audrey Hepburn hiçbir zaman “ben stil ikonuyum” demedi. O sadece kahvesini aldı, siyah elbisesini giydi ve dünya onun ardından yürüdü. Peki biz neden hâlâ onun gibi yürümeye çalışıyoruz? Çünkü Audrey, stilin en tehlikeli yanılgısını bozdu: Şıklık, gösterişli olmak zorunda değil.
Bir düşünsenize: 60’ların ortasında dünya kabarık saçlar, hacimli elbiseler ve devasa takılarla kendini ifade ederken; Audrey, elini kolunu sallaya sallaya balerin topuzu, babet ve sade bir elbiseyle çıkageldi. Sanki gardırobunda “dramaya hayır” diye bağıran bir filtre vardı. Ve işe bakın ki, en çok o duyuldu.
Onun stili klişelere tokat gibiydi. “Kadın dediğin topuklu giyer!” diyenlere, Audrey babetle göz kırptı. “Zarafet gösteriş ister” diyenlere, tek cümleyle cevap verdi:
“Elegance is the only beauty that never fades.”
Bu cümle, tüm zamanların en şık susturucusu olabilir. Çünkü Audrey, stilin gürültüsüz bir zarafetle mümkün olduğunu kanıtladı. İnci kolyeyle bile bağırmadan konuşmayı başaran ilk kadındı belki de.
Audrey’nin stilinde “bakın ne giydim” çığlığı yoktu. Aksine, onun tarzı bir fısıltı gibiydi. Kıyafetleri konuşmazdı; anlatırdı. Her düğmesi yerli yerinde, her eteği rüzgârla dosttu. Kendisini izletmeden izleten o nadir kadınlardandı. Moda dünyası bağırırken, o susarak kazandı.
Ve sonra o siyah elbise… Hepimizin aklına kazınan o efsanevi Givenchy tasarımı. Gecelik gibi ama değil. Abiye gibi ama asla değil. Audrey, o elbiseyle lüksün tanımını değiştirdi. Çünkü o elbiseyi değil, onu giyen kadını izledik yıllarca.
Peki neden? Çünkü Audrey, stilin ne giydiğin değil, ne hissettirdiğin olduğunu hatırlattı bize.
Üzerindeki kıyafet değil, içindeki tavırdı dikkat çeken. Bu yüzden aynı babeti sen giyince “düz ayakkabı,” Audrey giyince “stil manifestosu” oldu.
Onu sadece modayla sınırlamak, Mona Lisa’ya “güzel kadın” demek gibi bir şey. Oysa Audrey, ekrandan taşan bir zarafetti. UNICEF elçisi olarak çamurlu sokaklarda yürürken de, kamera önünde bir şampanya kadehi tutarken de aynı duruluğu taşıdı. Bu yüzden onun tarzı geçici değil, öğretici oldu.
Stereotipleri de öyle ince bir şekilde parçaladı ki, neredeyse kimse kırıldıklarını fark etmedi. Güzellik kalıplarını sessizce tersyüz etti. Kadınların gösterişli, iri yapılı, “çekici” olmaları beklendiği bir dönemde; incecik, kemikli yüzüyle, çocuksu gülümsemesiyle, zarifçe “Ben de varım,” dedi. Ve modaya o çok önemli soruyu sordu:
“Güzel olmak için illa kalıba mı girmeliyim?”
Cevabı hala geçerli: Hayır.
Çünkü Audrey ile birlikte moda, sadece şekilden ibaret olmaktan çıktı.
Bir karakter, bir duruş, hatta bir ideolojiye dönüştü.
Bugün hala her sezon birileri “Audrey geri döndü” diyor. Oysa o hiçbir yere gitmedi. Siyah elbisede, sade topuzda, kitap okuyan genç bir kadının sokakta yürüyüşünde hâlâ yaşıyor. Audrey olmak için elbise değil, bakış açısı gerekiyor.
Unutmayınız ,moda geçer ama stil — hele Audrey’ninki gibi bir stil — gölgede bile ışık olur.
O yüzden belki de hepimizin dolabında bir parça Audrey olmalı.
Bir babet, bir inci küpe, bir sessizlik…
Ve elbette…
Bir fincan kahve, Tiffany vitrinine bakıyormuş gibi içilen.