Sanat & İlham

Tablonun İçinde



Yıldızlı Gecenin İçine Düşen Kız

Betty

Ayaklarımın altından dünya çekiliyor. Birden kendimi tuhaf bir ışıkla yıkanan, ürkütücü ama büyüleyici bir gece manzarasında buluyorum. Sessizlik derin; ama sessizlik değil bu, bir çığlığın sessiz hali.

Burası bir rüya değil.
Ben şu an Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunun içindeyim.

Başımı kaldırıyorum. Gökyüzü dalgalı. Yıldızlar, olması gerektiği gibi durmuyorlar. Sabit değiller. Her biri bir girdaba kapılmış gibi dönüyor. Ay, altın bir yarım küre gibi yukarıda, ama ışığı huzur vermiyor.
Daha çok bir çarpıntı gibi.

Gökyüzü; Vincent’ın zihnidir belki de. Dönüp duran, bitmek bilmeyen düşünceler, çaresizlikler, belki dualar… Gözle görülemeyen ama hissedilen çalkantılar. Sanatoryumda geçirdiği gecelerin yankısı. Her fırça darbesi bir nöbet gibi, kontrolsüz ama içten gelen bir düzende.

O gece Vincent, pencerenin demir parmaklıklarından gökyüzüne bakmıştı. Ama gördüğü gökyüzü bu değildi. Bu, onun içindeki geceydi. Dış dünya değil; zihnindeki evrenin yansımasıydı tuvalde.

Aşağıda küçük bir köy var.  İnsanlar yok. Sanki hayat durmuş gibi.
Ya da belki hayat orada hep böyle sessizdi.

Bu köy, Van Gogh’un kaldığı Saint-Rémy’deki manzaraya ait değil aslında. Bu, onun anılarından ve hayalinden karışmış bir yer. Kuzey Hollanda’daki köylerine benziyor daha çok. Demek ki uzaklardaki çocukluğunu da taşımış buraya. Hasret, fırçayla kendine yol bulmuş.

Köy ile gökyüzü arasında bir gerilim var. Yıldızlar başını döndürürken, köy dimdik ve hareketsiz. Sanki bir fırtınadan korunmak için kapanmış kapılar. İçeride dua eden birileri var mı, bilmiyorum.

Tablonun ön cephesine doğru dönerken simsiyah bir servi ağacı yükseliyor. Gotik bir alev gibi. Gökyüzüne doğru uzanıyor; neredeyse onu delip geçecek gibi. Bu ağaç, ölümün sembolüdür çoğu zaman. Ama Van Gogh’ta ölüm, karanlık bir yokluk değil, varlığa bir geçit gibidir.

Servi, onun hem korkusu hem merakı.
Bir dua, bir köprü, bir dilek belki.
Belki de o gece, yıldızlara ulaşmanın tek yolu.

Vincent bir mektubunda şöyle yazmıştı:

“Ölümü, yıldızlara ulaşmak gibi düşünüyorum.”

Belki bu yüzden yıldızlarla servi ağacı arasında görünmez bir bağ var tabloda.
Belki bu yüzden gökyüzü nefes alıyor gibi.

Etrafımdaki her şey titreşiyor. Hiçbir çizgi sabit değil. Van Gogh’un fırça darbeleri, düz bir gece manzarası yaratmıyor. Her şey hareketli, sanki tablo değil de bir müzik. Gözlerimle değil, kulaklarımla algılıyorum neredeyse. Renkler çığlık atmıyor ama fısıltı da değil. Arada bir yerde.
Tıpkı Vincent gibi: yaşamla ölüm arasında, delilikle deha arasında bir yerde.

Yıldızlı Gecenin içine girmişken Vincent’ın izini arıyorum. Bir taşın arkasında mı gizleniyor, yoksa ayın ışığında mı? Onu göremiyorum. Ama her yerde o var.

Yıldızlarda, çünkü gözlerini oraya dikmişti.
Servide, çünkü ölümle konuşmuştu.
Evlerin suskunluğunda, çünkü susarak çok şey anlatmıştı.
Ve en çok da gökyüzünde.
Çünkü o, içindeki fırtınayı artık gizleyemiyordu.

Tablodan geri çekildiğimde, nefesimde bir ağırlık taşıyorum. Bu sadece bir manzara değil. Bu, bir insanın geceyle kurduğu en kişisel diyalog.

Van Gogh, gökyüzünü sonsuza dek değiştirmişti. O artık siyah bir boşluk değil, duyguların, kaygıların ve umutların haritasıydı.
Yıldızlı Gece ise sadece bir tablo değil, bir zihnin şiiriydi.

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir